“Demokrasiden bahsedebilmek için, öncelikle mutlak iktidar gibi bir anlayışın varlığının ortada olmaması, ikincisi karar alma mekanizmalarının çok ortaklı olması, kararlara itiraz edenlerin veya azınlıkta kalanların da yerlerinden ve canlarından olmaması gerekir. Bu ancak, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de anayasa fikri ve uygulamasıyla gelmiştir” diyen Prof. Dr. Suavi Aydın, anayasaların devlete karşı yurttaşı güçlendirdiğini ve devleti hukukla sınırladığını, bu aşamalar olmadan demokrasi tarihinden bahsedilemeyeceğini vurgulayarak “Bu yüzden bizde demokrasi tarihi ile anayasa tarihi paralellik arz eder” ifadesini kullandı.
Hacettepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suavi Aydın sorularımızı cevapladı.
İnsanlık tarihine baktığımızda seçimlerin çok eski tarihlere kadar gittiğini görüyoruz. Peki, antropolojik çalışmalara göre ilk toplumlarda ve kabilelerde şeflerin ya da liderlerin seçilmesi nasıldı?
Mülkiyet kavramının ve ilişkilerinin gelişmediği, gelişemeyeceği avcı-toplayıcılarda mutlak iktidar sahibi liderlerin ortaya çıkmasını bekleyemeyiz. İlk toplumların ilk şekli şüphesiz avcı-toplayıcılardı. Hareketli ve kendi alanlarının biyolojik taşıma kapasitesi bakımından çok kısıtlı, yaşam sürelerinin bugünküyle kıyaslanamayacak derecede kısa sayılabileceği bir çağda böylesine kalıcı liderlikler oluşamazdı. Ancak liderlik için bilgi ve tecrübenin en fazla etkili olduğu çağın bu çağ olduğunu söylemek mümkün.
Av ve bitkisel istismar sahalarının varlığını bilmek, avlanmak ve bitki devşirmenin mevsimlik olanakları hakkında bilgili olmak, bunun için tecrübe biriktirmek birincil liderlik vasfıdır. Bunun için topluluğun bir araya gelip seçim yapması da gerekmez. Bu vasıflara haiz birileri daima toplulukları çekip çevirirdi; ama bu liderlik, liderliğe bağlı servet birikimi mümkün olmadığından aktarılabilir ve mutlak nitelikte olamazdı. Zaten avcı-toplayıcılar birkaç soydan oluşan birliklerden daha büyük nüfuslar halinde bulunamayacağından, insan gücüne dayalı bir tahakküm ilişkisi de mümkün değildi. Zira çevreleri ve çevreyi istismar olanakları daha fazla nüfusu besleyemezdi. Bu koşullarda soyun en yaşlılarının liderliği üstlenmesi de olağandı. Buradan “konik klan modeli” dediğimiz bir iktidar hiyerarşisi modeli ortaya çıkmıştır. Bu bir soy birliğidir ve yaşa, en yaşlı olana yakınlığa bağlı bir dikey örgütlenmedir. Herkesin statüsü yaşlandıkça yükselir ve iktidarda kalıcılığı pekiştiren mutlak eşitsizliği yaratacak bir servet birikimi asla oluşmaz. Kabile örgütlenmesi de buna benzer.
‘TOPLULUKLAR YATAY SOY BİRLİKLERİ HALİNDE ÖRGÜTLENDİLER’
Yerleşik hayat ve tarımla birlikte ne gibi değişiklikler oldu?
Başta, Neolitik köylülerin geçimlik ekonomisi de benzer biçimde servet eşitsizliği yaratacak düzeyde değildi ve burada da ancak soyun en büyüğünün en tepede durduğu konik klan modeline benzer bir hiyerarşi mümkündü. Köyler genellikle soy birlikleriydi ve ancak dışarıdan gelen az sayıda perakende katılımla soy bakımından çeşitleniyordu. Ne var ki zamanla ürün fazlasının ortaya çıkması ve insanların onları depolamayı öğrenmesiyle birlikte servet birikti. İnsanların yere bağlanması, onları doğal felaket, salgın ve kıtlıklara karşı kırılgan hale getirdi. Bu şartlarda, bu ilk köylerde siyasi anlamda sert bir liderliğin ortaya çıkması beklenemez. Sonuçta özgür köylü hanelerinden oluşan ve soy açısından birlik teşkil eden, rutin bir ekonomik döngüye odaklanmış köy yerleşimlerinde kritik kararlar almayı gerektiren konular pek ortaya çıkmadığı gibi, servet birikimi farklılaşmasına dayanan tayin edici bir katmanlaşma da söz konusu değildi. Tek kritik konu depolanabilir servete dışarıdan yönelen tehditlere karşı direnme ve savunma meselesi olabilir. Ancak köyler kendi içlerinde bu tehditleri bertaraf edebilecek taktik ve demografik kabiliyetlere sahip değildi.
Neolitik evcilleştirme başarısıyla büyük hayvan sürülerini beslemeye dayanan bir ekonomiye evrilen konar-göçer hayvancılar ise, avcı-toplayıcılıktan gelen hareketlilik, savaşçılık, taktik beceri gibi kabiliyetleri sürdürebilmeyi başardılar. Büyük hayvan sürüleri ile birlikte mevsimlik hareketi sürdürdükleri için sevk ve idare becerisi burada önemliydi; ancak sert liderlik burada da gelişmedi. Sonuçta servete dayalı eşitsizlikler burada da marjinaldi ve sürü sahibi haneler kendi çadırlarıyla bağımsız hareket edebilen birimler olduklarından, böyle bir liderlik girişimi karşısında kolayca mensup oldukları toplulukları terk edebiliyorlardı.
Öte yandan yaz ve kış otlaklarının, su kaynaklarının dağıtımı, göç stratejisi gibi sevk idare kabiliyeti gerektiren konularda liderlik gerekiyordu ama bu geçici ve taktik bir liderlikti. Aşiret tipi örgütlenme böyle doğdu. Burada konik klan modeli yerine parçalı soy sistemi gelişti. Topluluklar büyüdükçe yatay soy birlikleri halinde örgütlendiler. Yatay soy birliklerinin üzerinde ise gevşek bir sevk ve idare liderliği mevcuttu. Burada soylardan birinin öne çıktığını ve onun büyüklerinin bu gevşek liderliği üstlendiği görülür; lakin bunun için genellikle bütün soy liderlerinin seçim ve onayı gereklidir. Bu durumda buradaki aşiret lideri bir tür primus inter pares’tir (eşitler arasında birinci). Konar-göçer topluluk küçülüp tehditlerden azade bir konar-göçer hareket döngüsünü takip ettiğinde ise konik klan modeli geri döner. Örneğin İç Asya ve Sibirya göçebeleri parçalı soy sistemi üzerinden örgütlenirken, Bedeviler konik klan modelinde kalmıştır.
‘ŞEHİRLER KENDİ KENDİLERİNİ YÖNETMEK ÜZERE ÖRGÜTLENDİLER’
Eskiçağ toplumları ve devletlerinde politik örgütlenme ne zaman ortaya çıkıyor? Bunlara ilişkin bulguları hangi kaynaklardan edinebiliyoruz?
Topluluğun kendisi ve topluluğun üyeleri hakkında, onların hayatını ve geçimini etkileyecek biçimde karar almak gerektiğinde siyaset kavramı da ortaya çıkar. Bunun kurumsal hale gelmesi ihtiyacı çeşitli siyasi örgütlenmeleri doğurmuştur. Biraz önce bahsettiğim ilk siyaset biçimleri soya dayanan gevşek örgütlenmelerdi ve yaptırımsal sonuçları da gevşekti. Ancak nüfus artışı, sulu tarım ve buna bağlı artık değer artışı daha büyük yerleşimlere ve buradaki nüfusun ve biriken değerin korunması gibi zorunluluklar doğurmuş olmalı. Kalkolitik’ten itibaren bu süreci, yerleşim yerlerinin boyutlarının büyümesinden ve tarımcı birimlerle bu tip yerleşimler arasındaki bağımlılık ilişkilerinin artışından izleyebiliyoruz. Muhtemelen devlete benzer ilk örgütlenmeler böyle ortaya çıktı. Marcello Frangipane’nin ünlü ilk devlet monografisi ve Arslantepe kazı raporları bize bu yönde bulgular sunuyor. Ayrıca bu bağlamda Marshall Sahlins’in çalışmalarını, Henri Classen ve Skalnik’in, Timothy Earle’ün derlemelerini de anmak gerek. Hem askeri gücü hem de ilahi kudreti elinde tutan ilk yöneticiler tabii ki seçim gibi süreçlerle veya “eşitler arası birinci”nin karar mevkiini işgal etmesi gibi süreçlerle yönetme gücünü elde etmediler. Daha yeni zuhur etmiş çeşitli tahakküm ilişkileri ve toplumların sosyal, ekonomik, kültürel hayatı düzenleme ve korunma ihtiyaçlarına bağlı rıza-onay süreçleri devreye girdi ve birtakım kudretli kişiler ile onların soyları yönetme mevkiini elde ettiler.
Tunç çağları özellikle Mısır’da ve Mezopotamya’da bu süreçlerin optimal performansına kanıt teşkil eden pek çok veriyi bize sunuyor. Uzakdoğu’da bu süreçler biraz daha geç işledi ve bizim bölgemizin Demir Çağı ve sonrasına karşılık gelen dönemlerde ortaya çıktı. Charles Keith Maisels’in ve Plekhanov’un çalışmaları, özellikle Mezopotamya bakımından bu süreçleri çok iyi yansıtıyor ve anlamamızı sağlıyor. O arada konar göçerlerle yerleşikler arasında da hem çatışmalı hem de simbiyotik ilişkiler gelişti. Tunç Çağı semitik göçebeleri ile yerleşik krallar ekonomik işbölümüne ve mekan kullanımına dayalı simbiyotizmi çok iyi kullandılar. Michael Rowton’un’ın “iki yönlü şeflik” kavramı bunu çok iyi anlatır. Hem göçebeler hem de yerleşikler yerel krallara tabi oldular ve krallar iki tarafı da idare eden bir yönetme biçimi geliştirdiler. Tunç Çağı’nın sonunda bu göçer aşiretler çöken yerleşik otoritenin yerini alıp kısa zamanda tarım toplumlarına dönüştüler ve Asur yönetimi çökerken çeşitli Arami devletleri bu şekilde ortaya çıktı. Bu süreçlerde seçim gibi medeni mekanizmaların yine yeri yoktu. Hatta gevşek liderliğe sahip konar göçerler, karizmatik kimi önderlerin yönetiminde sevk ve idare güçlerine dayanarak tahrip edici büyük güçler haline geldiler. Onların karizmatik önderleri ve onların soyları “eşitler arasında birinci” konumlarını terk ederek mutlak yöneticiler haline geldi. Geç Orta Çağ’a kadar bu gelişmeleri izlemek mümkündür. Demir Çağı’nda Anadolu ve Mezopotamya’yı işgal eden kuzeyli göçebeler, Çingiz sülalesi, Selçuklu hatta Osmanlı hanedanı, hatta Eyyubiler böyle bir iktidar yolu izlediler. İbn Haldun’un iktidarın el değiştirmesine ilişkin savını pek güzel yansıtan bu örnekler, onun dediği gibi yüksek birlik duygusuna -İbn Haldun buna “asabiye” diyor- sahip eşitlikçi topluluklarını başarıyla sevk ve idare ederek yerleşik yöneticilerin yerini aldılar ve kendileri onlara benzediler.
Öte yandan, Demir Çağı’ndaki yıkıcılık ortadan kalktıktan, yerleşik ve zengin toplumlar yeniden örgütlendikten sonra, Mısır ve Mezopotamya uygarlık birikimini devralan Doğu Akdeniz’in denizci ve tüccar kavimleri, kendi başına özerk birer yönetim yeri haline gelen şehirleri oluşturup büyüttüler. Ticaret, geleneksel üretime bağlı artık değeri çok daha yüksek noktalara çıkardı. Özgür ve zengin tüccarların elbette mutlak ve despot yönetici tipiyle bu işleri yürütmesi mümkün değildi. Değer fazlasının yarattığı en önemli sonuç üretim dışı zamanın kazanılması ve bu zamanın akli ve sanatsal işlere tahsis edilmesi oldu. Doğa felsefesi ortaya çıktığı gibi, yönetme meselesinin felsefi tahlili de bu zamanda ortaya çıktı. İnsanlar nasıl yönetilmelidir? Devlet nedir? Ahlaki ve siyasal bir varlık olarak insan nedir? gibi temel sorular üzerinde konuşulup tartışılıyordu artık. Bu ortamda şehirler kendi kendilerini yönetmek üzere örgütlendiler. “Atina demokrasisi” denilen, ama sadece Atina’ya değil, Küçük Asya şehirlerine, adalara ve Yunan anakarasındaki şehirlere yaygın bir yönetme usulü böylece doğdu ve Akdeniz havzası boyunca yayıldı. Akdeniz’in batı tarafı da bu usulü örnek aldı. Sicilya’da ve daha sonra Roma İmparatorluğu’nun merkezi olacak Roma şehrinde de bu örnek geçerliydi. Şehrin yurttaşları kendi meclislerinde kararlar almayı, şehirlerini ve başka şehirlerle ilişkilerini buradan yönetmeyi benimsediler. Seçim yine yoktu tabii…
Yurttaşların her biri veya şehri oluşturan ailelerin liderleri bu ortak karar alma mekanizmasının doğal üyeleriydiler. Öte yandan yurttaş olarak tanımlanmayanların söz ve oy hakkı yoktu. Zira yurttaş olmayan pek insandan sayılmıyordu. Köleler, çiftçiler ve şehre sonradan gelen yabancılar böyleydi. Burada seçim mekanizması ile oy hakkı arasındaki farkı görebiliriz. Seçim, yerleşimlerin veya bölgelerin ya da ülkelerin belirli süreyle yönetecek olanları seçmek ve iktidarı ona/onlara devretmek üzere yapılırken, oy hakkı eşitliğine dayalı “Atina demokrasisi” modelinde iktidarın devredildiği tanımlanmış ve istikrarlı bir yönetici mevkii yoktu. Roma Cumhuriyeti’nin ilk devrinde bile, Senato adına bazı idari işleri yöneten konsüller vardı ama temel karar alma süreci tamamen Senato’nun elindeydi. Roma büyüdükçe, elinde silah olan muzafferlerin gücü arttı ve Senato şeklen yerinde kaldığı halde birdenbire yönetme erkini eline geçiren konsül heyetleri, diktatörler ve en sonunda imparatorlar ortaya çıktı. Sınırlar genişledikçe ve askerlik her şeyin önüne geçince bu tip “demokrasi” yok oldu. Zira askerlik zenginliğin de kaynağıydı ve eşitlik konusunda titiz erdemli fikir sahiplerinin yerini hızla, kolonilerden gelen zenginliğin bölüşümü için şu ya da bu iktidar adayına yatırım yapan Roma yurttaşları aldı. Hıristiyanlık kurumsallaşınca, bu mutlak yönetici tipinin yönetme meşruiyetinin çok güçlü ilahi kaynağı da ortaya çıktı. Roma imparatorları, Yunanlıların demokrasisini ve insan felsefesini değil, fatih İskender’ini örnek aldılar ve meşruiyetlerini bu imparator modelinden devşirdiler.
‘BİZDE DEMOKRASİ TARİHİ İLE ANAYASA TARİHİ PARALELLİK ARZ EDER’
Son dönemlerde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne gönderme yapmak için padişahın bile zamanın başbakanı sadrazamla çalıştığına vurgu yapılıyor. Bu yakıştırmadan hareketle, sadrazamın başkanlık ettiği Divan-ı Hümayun’un demokrasi tarihimizle ilişkisi var mıdır?
Bu benzetmeler saçmadır. Zira Osmanlı yönetim sistemi tek hanedanın mutlak yönetimine dayalı, Roma İmparatorluk modelini esas almış ve bunu Doğu Roma ve İran gelenekleriyle güçlendirmiş bir kaesaropapizmdir. Yani hem devletin hem de dinin başı olan bir imparator, kendisini sadece şeriat ve örfle sınırlı görür. Onu sınırlandıracak beşeri veya toplumsal bir başka güç yoktur. Eylemlerini şeyhülislam fetvalarıyla meşrulaştırmak zorunda olmakla birlikte, kendisine din adına dünyevi iktidarı sınırlama gücü olduğu vehmedilen şeyhülislam aslında tamamen sultanın kontrolündedir. Örfe bağlılık ise bir yönetme zorunluluğudur. Zira anlatıldığı gibi teorik olarak mutlak olan bu iktidarın, hükmetme hakkı olduğunu varsaydığı bütün yerlerde aynı şekilde ve mutlak biçimde hükmedecek araçları ile maddi kabiliyetleri henüz gelişmemiştir. Bu kabiliyetler yavaş yavaş ortaya çıktığında ise, Fransız İhtilali olmuş, topluluklar ile seçkinlerin zihninde “özgürlük” ve “anayasa” gibi “zararlı” fikirler çoktan iş görmeye başlamıştı. O yüzden, modernleşme öncesinde her yerin ve yönetilen cemaatin örfüyle ilişkili biçimde yönetme zorunluluğu vardı. Oralarda yönetme rızasını ve onayını başka türlü devşirmek mümkün değildi. Bunun yerine tercih edilecek zor kullanımı gibi tasarruflar, sadece yönetme meşruiyetini zora sokmakla kalmaz, masraflı olduğu gibi, günün imkanlarıyla ivmesini ve kalıcılığını sürdürmek pek mümkün olmadığından başarısız sonuçlar doğurur. Bu modelde sadrazam, görünüşte “yürütmenin başı” gibi duruyorsa da aslında sultanın kölesidir ve onun üzerindeki bütün tasarruf hakkı sultanın elindedir. Sık sık değiştirilirler ve hatta kellelerini verirler.
Divan-ı Hümayun ise bir yürütme konseyi değil, bir danışma organıdır. Son kararı hep sultan verir. Mensupları fikir belirtebilirler ama eşit oy hakları yoktur. Bu yüzden demokrasi tarihimizde de yeri yoktur. Zaten Tanzimat’la birlikte modern bürokrasi fikri girdikten sonra, bu kurum yerini bakanlar kuruluna benzeyen yeni kurumlara bıraktı. Demokrasiden bahsedebilmek için, öncelikle mutlak iktidar gibi bir anlayışın varlığının ortada olmaması, ikincisi karar alma mekanizmalarının çok ortaklı olması, kararlara itiraz edenlerin veya azınlıkta kalanların da yerlerinden ve canlarından olmaması gerekir. Bu ancak, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de anayasa fikri ve uygulamasıyla gelmiştir. Anayasaların varlığı ilk başta mutlak iktidar sahiplerinin gücünü sınırlanmasını ve oylamayla veya ortak kararla yürütülecek konuların çoğalmasını sağlar. İkinci aşamada birilerinin mutlak iktidar sahibi konumuna yükselmesini önler ve güç kullanma veya hukuk yoluyla iktidar tesis etme tekelini elinde tutan devlet yönetiminin keyfiliğini ortadan kaldırarak, devlete karşı yurttaşı güçlendirir ve devleti hukukla sınırlar. Bu aşamalar olmadan demokrasi tarihinden bahsedemeyiz. Bu yüzden bizde demokrasi tarihi ile anayasa tarihi paralellik arz eder. Ne Divan-ı Hümayun ne de Sened-i İttifak bu aşamalardan herhangi birini temsil eder; Tanzimat’la sultan kendi otoritesini bizzat kendisi sınırlamıştır ama karar alma çoğulluğunu ve ortaklığını temsil eden, iktidara ortak olan herhangi bir üst meclis veya erk henüz ortada yoktur. Belki bu anlamda vilayet meclislerinin kurulmasıyla bir adım atıldığı söylenebilir ama orada da seçim yoluyla meclis üyeliğine gelmek gibi bir mekanizma yoktur. Bu mekanizma ancak 1876 Anayasası ve ana kurallarını onun belirlediği seçimlerle kurulmuştur. Türkiye demokrasi geleneği tümüyle buna dayanır.
Rahmetli Bülent Tanör’ün kitabının başlığıyla söyleyecek olursak daha sonraki Osmanlı-Türk anayasal gelişmeleri bu temelin üzerine kurulmuş, onun varyasyonları ve çağın gelişmeleri ışığındaki kavram ve müesseselerle desteklenmiş şekilde hayata geçmiştir. Ne yazık ki bugünkü mevcut anayasa ise, seçim ve parlamento müesseseleri sabit kalmak kaydıyla, anayasalara hayat veren temel gerekçelerle ve tarihsel nedenlerle çelişen ilkelerle bezenmiş olmasıyla bu gelişmelerden bir geri dönüşü temsil ediyor. Bu bağlamda seçimin demokrasiyi temin eden tek müessese olamayacağını da not etmek gerek.